5 Kasım 2014 Çarşamba

''BU ROMAN O KIZ OKUSUN DİYE YAZILDI'' BAĞLAMINDA ENVER AYSEVER ROMANINA MİNİMAL BİR BAKIŞ


Enver Aysever bu romanında Müslüman bir genç erkek ile Yahudi bir genç kız arasındaki imkânsız aşkı anlatmış. Hikâyenin özetini ayrıntılarıyla vermenin bir manası yok. Üstelik bu durum okuru o romanı okumaktan da uzaklaştırıyor. Kimse hikâyesini bildiği bir romanı sırf hikâye nasıl anlatılmış diye okumaz. Bu yüzden burada romanın özetini vermeyeceğiz. Sadece eleştiri ile ilgili kısımlar ayrıntılara değinilmeden verilecek.

Daha romanın adından başlayarak bir çoksatar klasiği okuyacağımız konusunda emin oluyoruz: Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı! Son zamanlarda adında ‘aşk’ geçen çoksatar romanlardan görünmez oldu kitabevi rafları. Aşk bir sözcük olarak yer almasa da yazar yine de içinden aşk geçen bir ad koymuş romanına. Diğer sığ çoksatarlar gibi doğrudan ‘aşk’ sözcüğü geçmese de idrak yolları enfeksiyonundan mustarip olmayan her okur bu romanın adına içkin ‘aşk’ sözcüğünü kavrayabilir diye düşünüyorum.

Kitabın kapak tasarımı gerçekten çok güzel. Editörü kutluyorum; ancak arka kapaktaki yazar fotoğraflarına genel bir antipatim olduğunu da söylemek istiyorum. Bu ülkede gündemi takip eden her duyarlı vatandaşın ismine de cismine de vakıf olduğu Enver Aysever’in gülen yüzü arka kapakta ‘olmasaydı da olurdu.’ Örneğin ön sayfada yazarın soyadındaki ‘s’ harfine eklenmiş gözlük çok zarif, Aysever’i az çok tanıyan, onun kitaplarını takip eden okur için arka kapaktaki resimden daha fazla şey anlatıyor bu küçücük gözlük. Arka kapakta yer alan şiir de güzel bir fikir. Sabuklamalı çoksatar arka kapak yazılarından gına gelmişti artık. Bu haliyle arka kapak şiiri 30’lu, 40’lı yıllardaki hece şiirimize (içeriğine binaen), nasıl söyleyelim, Saba’nın, Tarancı’nın, Dıranas’ın şiirine ve genel olarak Türk şiir geleneğine bir saygı duruşu gibi.

Romanda kullanılan üçüncü kişi anlatıcı hikâyeyi samimiyetsizleştirmiş. Tanrısal bakış açsı hikâyenin insancıl özünü almış. Okur olaylarla, kahramanların yaşam deneyimleri ile empati kuramıyor, bu yüzden kahramanlar bizim yani okurun yaşadığı mekanlarda yaşayan, bizim yani okur gibi gülen, seven, nefes alan; fakat bizden ayrı yaratıklar gibi görünüyor bize.

Son dönemde çoksatar listesine hızlı giriş yapan tüm romanlarda bariz bir sığlık var. Aynı olguyu bu romanda da gözlemliyoruz. Ortalama okura hitap eden bir roman bu. Cümleler herhangi bir deneme yazarının rahatlıkla kurabileceği cümleler. Türkiye’de yazılan çoksatarların hemen hemen tamamında denemesel bir dil kullanılıyor, bu romanlar denemeye monte edilmiş hikâyeler, yaşamsal parçacıklar biçiminde bir araya getirilmiş manifaktür ürünler gibi. Parçalı bütünlü bir yapısı var romanın. Bir de romanın muhtelif yerlerinde ergen zekâsına hitap eden özgün ve şiirsel çağrışımlar içeren ‘’özlü sözler’’ var. Birileri çıkıp yazarlarımıza aforizma yumurtlamadan da iyi roman yazılabileceğini anlatmalı artık.

Çoksatar romanlardaki bu parçalı bütünlü yapıya başka bir açıdan bakarsak söyle diyebiliriz: Bu durum kitabı okutmak için adeta bir zorunluluktur. Uzun iş saatleri ve metropolde işe gidip gelmek için trafikte geçirilen süre dikkate alındığında okurun otobüste, metroda rahatça roman okuyabilmesi için sayılarla belirlenmiş bölümler olmalı ve bu bölümler beşer altışar sayfalık kısa bölümler halinde yazılmalı. Yirmi, yirmi beş, otuz sayfalık kendi içinde bir bütünlüğe sahip bölümleri bu kısa zamanda bitirmek mümkün değildir ve okur kaldığı yerden romana devam etmek zorunda kaldığında önceki bölümleri unutmuş olur. 21. Yüzyılda metropol insanına roman okutabilmenin belki de tek yolu bu küçük, kısa ve akıcı bölümlerdir. Çoksatar yazarları bu toplumsal yaşam pratiğinden hareketle romanlarında kurguya ve akıcılığa romanın diğer unsurlarından biraz daha fazla önem veriyorlar.

Cümlelerde sıfat ve zarf kullanımları oldukça dikkat çekici. Aşırı derecede kullanılan bu sıfat ve zarflar okuru hikâyeden koparıyor. Evet, yazarın ‘edebiyat yapmasını’ sağlıyor kaba bir tabirle söylersek; fakat bu oranda aşırı bir sıfat, zarf kullanımı akıcılığı zedeliyor. Okurun anlamsal bağlamı kafasına oturtmasını engelliyor bu. Ve aşırı derecede imge kullanmış yazar. Bu oranda imgesel bir anlatı dili kurmanın roman türü bağlamında oldukça tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Enver Aysever şiir mi, roman mı, şiirsel roman mı, denemeye montalanmış parçalı bütünlü romansal bir özgün anlatı mı yazacağına karar vermeli bence. Aynı teklifi tüm çoksatar romancılarımıza da yapıyorum tabii ki.

Zor çözülür imgesel zincirleme isim tamlamaları kullanıyor yazar. Dilbilgisinin yazara tanıdığı imkânları yazarın ölçülü bir biçimde kullanması romana değer katar, roman sanatında başyapıta giden yolu açar; fakat bunların dengeli bir biçimde kullanılmaması romanı sıkıcı bir hale getirir. Enver Aysever’in bu imkânı başyapıta uzanan yolda kullandığını söylemek maalesef çok zor. Yazar dilbilgisinin tanıdığı imkânlardan faydalanırken aşırıya kaçıyor ve bu imkândan kararınca faydalanamıyor. Bu durum okurda romanın yapay bir dil ile yazıldığı yönünde bir izlenim bırakıyor.

Postmodern anlatıların tamamına yakınında yazar da romanın bir parçasıdır, hatta romanın bir kahramanıdır. Bu romanda da muhtelif bölümlerde romancı görünür bir hal alıyor. Postmodern anlatı için kusur olarak kabul edilmeyen bu olgu, söz konusu Ahmet Mithat Efendi romanları olunca neden acemilik olarak adlandırılır?  Enver Aysever bazı bölümlerin sonunda ‘romancı’ kimliği ile sahneye çıkıyor. Peki, iyi mi oluyor? Meze olarak evet; fakat ana yemek olarak kimsenin karnını doyurmuyor, estetik bir haz vermiyor.

Romanda dinler arası bir imkânsız aşk anlatılıyor. İstanbul’da genç bir Müslüman erkeğinin Yahudi bir kıza âşık olma ihtimali yüzde kaçtır? Son dönemde yazılan çoksatar romanların hemen hemen tamamında etnik kimliklere değiniliyor. Farklı din, dil, ırk, cinsiyet, (kadın, erkek, LGBTİ) ve siyasi görüşlerden bireylerin yaşamları anlatılıyor. Sinemamızda da bir çok kültürlülük sevdası almış başını gitmiş. Nedir bu çok kültürlülük propagandası? Çok kültürlülükle derdi olan faşizanlardan değiliz; fakat Türkiye gitgide dünyadan soyutlanan, içine kapanık bir tek kültürlü ülke haline getirilirken sanatçımızdaki bu sanal çok kültürlülük sevdasının sebebi nedir? Küreselleşen dünyada sanatsal platformlarda propagandasına kısmi bir oranda izin verilen çok kültürlülük devrimci demokratik bir yaşam pratiği içinde biçimlenen çok kültürlülük değildir. Bu çok kültürlülük emperyalizmin dayattığı bir çok kültürlülüktür ki bunun böylesi ezilen dünyanın ulus devletlerinde kabuk tutmuş yaraları kaşıyıp kanatmaktan, yeni yeni yaraların açılmasını sağlayacak nefret ortamını üretmekten başka bir işe yaramaz. Emperyalizmin çok kültürlülüğü yapay güdüleyicilerin etkisiyle nefret ortamı yaratan bir kültürel ideolojik aygıttır.

Türk ve Müslüman bir genç erkek ile Yahudi bir kız arasındaki imkânsız aşkın tüm sosyolojik ritüelleri eksiksiz bir biçimde tamamlanıyor romanda. Toplumsal yobazlığımızın en temel davranış örüntülerini görüyoruz. Her iki aile de iki âşık gencin durumundan rahatsızdır ve bunun yüzünden de gençlere acı çektirirler. İmkânsız aşkın temel ritüellerinden biri olan mektupla haberleşme bir melodram klasiği olarak romandaki yerini alır. Eda’nın ve Kahverengi Pardesülü Genç’in ağzından yazılan mektuplar anlatının eksik kalan kısımlarını tamamlar. Roman içinde kullanılan mektup anlatının uzamasını engelleyen bir hızlı çekim tekniği olarak kurgunun içinde yerini alır. Mektuplar Aysever’in kullandığı sarmal kurgu ile uyum sağlamaktadır; fakat mektupların dilinin akıcılığı ve özgünlüğü sıkıcılığı engeller. Mektuplar romana nefes aldırmıştır. Aforizmalarla dolu bölümlerin arasında birinci kişinin ağzından anlatılan bölümlerin varlığı romanın hayata tutunan parmak uçları olmuş.

Uçurtma haline gelen pardösü romanda bir arketip olarak kullanılmış. Birkaç bölümde Kahverengi Pardösülü Adam’ın pardösüsü de uçurtma haline gelmektedir. Âşık gencin Bal Rengi Gözlü Kız’a (Eda) yazdığı şarkının sözlerinde de uçurtma haline gelen pardösü arketipi karşımıza çıkar.

Yazarın romanda dinler arası bir aşkın yarattığı sorunlara değinmesini doğru buluyorum; fakat daha önce beyaz perdeye yansımış bir dinler arası imkânsız aşkı izlemiş olmak hikâyeye ilgimizi azaltıyor. Uzak İhtimal adlı filmde de işlenmiş bir konuydu bu ve belki de bu bakir konu o filme ödül getirmişti. Aynı başarıyı Enver Aysever’in bu romanda yakalayacağını söylemek mümkün müdür? Bence mümkündür; çünkü Orhan Kemal’in dünya görüşü ve sanat anlayışı ile uzaktan yakından bir alakası olmayan romancılara Orhan Kemal Roman Ödülü verilen ülkemde, Yunus Nadi Roman Ödülü’nü aşmış bir Enver Aysever yeni romanı ile 2015 Orhan Kemal Roman Ödülü’nün muhtemel favorilerinden biridir. Bütün bunlar bir yana her ikisi de modern hayata eklemlenmiş, biri Türk diğeri Yahudi iki ailenin çocukları arasındaki masum aşka en barbarca karşılıkları vermelerinin eleştirilmesi romanın kuvvetli yanını teşkil ediyor. İki modern aile konu dinler arası aşk olunca birden mağara adamlarından daha barbar bir hale gelebiliyor. Son dönemde yazılan çoksatar romanlar dikkate alındığında toplumsal gerçekliğe yönelik bu kadarcık bir eleştiriyi dahi nimet bellemeliyiz diye düşünüyorum. (Edebi eserleri bu yargının dışında tutuyorum. Edebi eserler için bu yargıyı dillendirirsem Selçuk Altun Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme romanındaki hikâye ile lafı ağzıma tıkar kanımca!)

Olaylar Kadıköy, Beyoğlu, Taksim, Büyükada, Göztepe çevresinde geçiyor. Bu durum oldukça önemli; çünkü son dönem çoksatar romanlarında İstanbul’un elit çevrelerinin yaşamı oldukça revaçta. İstanbul’un lümpen burjuvazisini anlatan bu romanlar 21. Yüzyılın Türkiyeli kent insanına ne söylüyor? Emekçi kesimlerin önemsiz yaşamlarının değersizliğini anlatıyor. Yok mudur emekçilerin yaşamlarında çoksatar romanlara konu olabilecek yaşamsal unsurlar? Vardır elbet; fakat çoksatar roman piyasasında para etmiyor.

Romanda Beyoğlu ve onun yirmi dört saat uyanık olan çevresi romanın belirgin bir kahramanı haline gelmiştir. Beyoğlu’nun barları, günün her saatinde hıncahınç dolu olan sokakları romanın temel kahramanlarından biri oluyor. Romanda Beyoğlu yaşayan bir canlı varlık gibi anlatılmış, romanın bir parçası haline gelmiştir.

Romanda genç bir erkek, genç bir kadın ve de bir aşk var. Bu denklemin çözüm kümesinin olmazsa olmazı sevgili uğruna girilen kavgadır. Mekân da Özal devri devrimci soslu bir bar ise ağzın burnun dağıldığı bir bar kavgasına girmek yüksel promillerde farz olur. Çürümüş devrimcilerin bar ve meyhane halleri Türk romanında dillere destan olmuştur. Aysever’in de her devirde piyasası olan bu konuyu kullanmasından daha doğal ne olabilir?

Kahverengi Pardösülü Adam, Kahverengi Pardösülü Genç’ten evrilerek bu aşamaya gelmiştir. Kısa süreliğine yolu devrimcilikten geçen her genç gibi seksenlerin standart ‘loser’ özelliklerini göstermektedir; fakat yaşadığı imkânsız aşk deneyimi yüzünden kendine özgü bazı farklılıklar da göstermektedir. Barda şarkıcılık, magazin gazeteciliği, felsefe hocalığı yapmıştır. Seksenlerde loser’lık yapmış her birey gibi meyhane temel uğraklarından biridir. Kahverengi Pardösülü Adam ölümü beklemektedir. İnançsız bir bireyin ölümle mücadelesi oldukça zor ve çetrefillidir. Kahverengi Pardösülü Adam’ın inancı da inançsızlığı da yarımdır. Bu yüzden ölüme doğru ilerleyen bedeni ve bilinci ölüm olgusunu yaşama korkusuyla tedirgindir. Onun sorunu inançsız olması değil imansızlığının dahi yarım yamalak, tecrübi bilgilere dayanıyor olmasıdır. Kahverengi Pardösülü Adam bir kaybedenin (loser) ihtiyarlık halidir, kaybedence bir ölümün öznesidir.

Romanda tanrı ve tanrısızlık meselesi üzerinde uzunca duruluyor. Kahverengi Pardösülü Adam’ın âşık olduğu Eda’nın tanrısızlığı, yaşadıklarını kabullenememesinden kaynaklanıyor. Eda bu kâinatı yaratan bir tanrı varsa eğer ona yaşattıkları yüzünden ondan nefret etmektedir. Hem Müslümanların hem de Yahudilerin tanrısına inananların hoşgörüden bu kadar uzak insanlar olması hem Eda’yı hem de Kahverengi Pardösülü Adamı tanrıdan uzaklaştırıyor. Romanda aşk ve âşık olmak kutsallaştırılırken tanrı ve tanrıya inananlar yerin dibine batırılıyor. Romancı burada haksız değildir, hoşgörüye sahip olmadan bir dine bağnazca inananlar yüzünden içinde yaşadığımız dünya (romanda genç âşıkların dünyası) tam manası ile bir mezbahayı andırıyor.

Roman kahramanları arasındaki cinsel yakınlaşmanın anlatıldığı bölümlerde kullanılan imgesel dil cinsel birleşmenin insancıl özünü aktarması bakımından başarılı bir teknik. Son dönem çoksatar romanlarında anlatılan cinsel ilişkilerle karşılaştırdığımda bu romandaki bölümü kusma hissine kapılmadan, hatta estetik bir haz alarak okuduğumu söylemeliyim. Romanda genel olarak kullanılan imge ağırlıklı şiirsel dil burada sırıtmıyor, hikâyeye uyum sağlıyor.

Romanda Türk şiirinin küçük iskender’den önceki en erotik şairi olan Cemal Süreya’nın şiirlerinden yapılan alıntılar hikâye ile kusursuz bir uyum içinde kullanılmış. Aysever’in romanının konusu ile bu şiirler oldukça uyumlu. Şiir romana soluk aldırıyor adeta. Bu bağlamda romanda kullanılan imgesel dil bizim için değişik bir anlam kazanıyor. Kahverengi Pardösülü Adam’ın cebinden eksik olmayan Sevda Sözleri ve o kitaptan yapılan alıntılardan hareketle romanda kullanılan imgesel dil ile Cemal Süreya şiirlerinin manidar bir ilişki kurduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada romanda kullanılan imgesel dili bir açıdan hoş görmeye başlayabiliriz.

''Yoksulluğun bizi eşitlemesini sevdim.’’ Romanın şah beyti! Yoksulluğun bizi eşitlediği günlerde değil de varsıllığın bizi onurlu insanlar gibi yaşattığı bir yüzyılda, o varsıllığın keyfini kardeşçe çıkarabilmenin hazzıyla kendimizden geçmek istiyoruz! 50’li yıllardan itibaren Türk toplumsal yaşamının ve ‘şehir planlamacılığının’ en güzide icadı haline gelen gecekondu olgusuna da değiniliyor romanda. Özellikle ‘yoksulluğun insanı eşitlemesi’ bağlamında düşünüldüğünde gecekondu olgusu ilkel feodal bir komün olarak tanımlanabilir. Genç âşıkların kendilerini nispeten daha özgür hissettikleri ve ilk cinsel deneyimlerini yaşadıkları yer de bir gecekondu mahallesindedir. Eda’nın kendisini yanında rahat hissettiği tek kadın olan Seher, bir gecekondu sakinidir.

Romanda bazı bölümlere yerleştirilmiş siyasi çağrışımlar içeren bölümler bir nebze de olsa romanı sığ bir aşk romanı olmaktan kurtarmayı başarıyor. Dönemin siyasi gerçekliğine değinen bölümler romanı o dönemin Türkiye’sinin gerçekliğine bağlıyor. Bu kadarı yeterli mi? Sanmıyorum. Roman en siyasi edebiyat türüdür. Hatta roman siyasi bir sanattır, tıpkı sinema gibi. Roman sanatında anlatılan hikâyeden, kahramanlarına kadar; kurgudan roman diline kadar her yerde siyasi-ideolojik bir tutum vardır. Aysever’in romanında da özgürlükçü sol ideolojinin tüm genel geçer özelliklerini görebilmekteyiz; fakat bu kadarı Gezi’yi görmüş bir ülkenin siyasi bilince sahip bireylerine yetmiyor artık!(Emrah Serbes’in Deliduman adlı romanında da aynı sıkıntı vardı. Fırsatım olursa Deliduman içinde bir eleştiri yazısı yazmayı düşünüyorum. Bu kadarcık politik içerik Gezi başkaldırısını yaşamış bir ülkenin siyasi bilince sahip insanlarına yetmiyor artık.)

Enver Aysever’in Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı adlı romanını genel olarak değerlendirmek gerekirse ortalama roman okuruna hitap eden bir romandır diyebiliriz. Daha fazlasını isteyen okur için hayal kırıklığı yaratabilir. Hikâyesi bağlamında okunası bir romandır bu. Canan Tan romanlarının sadık okurlarının sek ve buzsuz sığ çoksatardan edebi romana geçerken yapacakları ara okumalar için uygun bir alıştırmalık diyebiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder